4 Aralık 2009 Cuma

Mavi

ahah ahaha...
kısacık kestirdim saçlarımı. bildiğin küt. mutsuz kadın klasiği gibi gözükse de büyük bir yük kalktı omuzlarımdan hakikaten.
uzun olduğu müddetçe çok mutlu olsaydım neyse. kuaför makası yanlışlıkla fazla kaçırıp hislerimi de kırpmış. olsun dedim kökü bende. güldü adam, "bu delilikle sen saçını birkaç gün sonra maviye boyatmaya da gelirsin bana." dedi.
kaşlarımı çatıp "yok yahu, ne mavisi. hiç sevmem o rengi hem. başka bir renk düşün delirirsem boyarsın beni."
te allahım! dercesine aynadan bakış fırlatan adam bir sigara daha uzattı. tam o sırada "merhaba şekerim!" diyerek biri daha geldi salona. bu bey de kuaför kadar bir o kadar tatlı ama daha şen şakrak bir mizaçtaydı. "oyy bir de maviye boyatsan bu saçları deli olursun bence." dedi. hoppalaaa deyip gülmeye başladım ben. "ikinizi de mavi boyaya batıracağım şimdi ama!" dememden bir şey anlamayınca kuaför canını seviyorsan kaç deyip cilveleşti ötekiyle.
biraz şekil verdiği saçlarımı arkadan ayna tutarak gösterdi bana. "oldu." dedim ellerine sağlık. "bu çakma rapunzellikten iyidir yine de iyi oldu iyi, saçlarını ne yapalım götürecek misin yoksa türk hava kurumuna bağışlayalım mı?" dedi ve ikisi birlikte kahkaha attılar. "yok canım yakın gitsin, hislerimin kırpıkları dahil! ha unutmadan haftaya tekrar geleceğim saçlarımı boyaman lazım." dedim.
- rengine bir haftada mı karar vereceksin, şimdi boyardık sıcak sıcak?
- karar vermiştim zaten, mavi olacak.
- çıldırmış.
(gülücük ve sıhatler olsun dilekleri ile uğurlama ritüeli)

13 Kasım 2009 Cuma

id-ego-süper ego=kendin

Yaşadıklarımız, bizim yaptıklarımızdır. Evet.
Bu temayı barındıran bütün demeçlerin önünde şapka çıkartılır. Bazen herşeyin kontol dışı gerçekleştiğini, bazı şeylere karşı koyulamadığı gerekçesiyle hayıflanmalar olduğu gibi palavradır. Bir sürü bokpüsür. İnan bana herşey kontrol altında. Şekillenen gidişat, senin, enerjisini temin ettiğin içsel ya da dışsal hallerine yön verdiğin ölçüde form kazanıyor. Kimseyi suçlamayacaksın o halde, kadere isyan edip derbeder olmak, memnuniyetsizliğinin suçunu başkalarına mal etmek de yok. Sen düşünsene bir kere. Pamuklar içinde mis kokularla ılık ılık yaşasaydın sıkılıp arıza çıkarmaya çalışmaz mıydın?
İşte şimdilerde yaşadığın karmaşa ve huzursuzlukları inşa ederken bunları özlemek de olağan.
Milyonlara bölünmüş benliğin, ölümü bile üç gün sonra duyulacak birinin yalnızlığı kadar acı verici bir hale geldiğinde teslim olacaktır. Bu teslimiyet acı verircidir. Bir bakıma o bir ölümdür. O, bir yandan ölüm; diğer taraftan da o bir diriliştir. O, doğmak için ölmektir!

5 Eylül 2009 Cumartesi

Gerçek Öpüşme

Bugün eski umutlarımdan biri çıkmış karşıma. Bana baktığında gözlerimi kapatmışım durakta. Hiç fark etmedim halbuki onu; alınmış biraz. Optüğü ilk kız benmişim, bana bunu yeni söylüyor. Buna inanmayan bir bakışla önce gulup ardından, "ilk" olmak üzerine kafamın içinde akan ve üzerine türettiğim teorileri, kendi üzerime tutup aynada nasıl duracağına baktığım bir elbise gibi inceledim. Bu tarif aslında anlatmak istediğim şeyi hiç de iyi betimlemiyor. O yüzden bu ifade biçimini seçmiş olmalıyım. (Emin değilim anlaşılmak istediğimden.)
Sonra kendi "ilk"lerimi inceledim.

Bir "ilk" olmanın mayışıklığı içinde kendime şu cevapı verdim.

Ben şimdiye dek hiç opüşmedim. -GERÇEKTEN-

Farketmesindeyim

Biraz ondan, biraz bundancı. Nasıl arsız bir ruh olmuş bedenden ayrılalı. Sıkı sıkı bir bedene bağlı kalmış, daralmış. Öyleyse ne yapmalı diye düşünmemiş. Uçmuş da uçmuş, bu sefer rüzgarın içinden geçmiş o.
Ruh çağıranların ilgisiyle şımarip, bir kısmını çarpip da eğlenmiş.
Sonra kafası şişmiş, firar etmiş bir uçurum kenarından.
Düşemediğini görünce, acımayacağını bilince bir kızmış bir kızmış.

Bir şey soruyorum söylesene!
Kimden geliyor mesaj?
Sen böyle değildin konuşsana!
Gözlerim görmüyor benim!

Bu, ruhun hissetmeyi öğrenmemesindenmiş.

28 Ağustos 2009 Cuma

Havaladan

Bak yapraklar dökülecek önce
Sonra her ikindi vaktine selalar
Ne kadar sıradan sonbaharı ayrılıklarla bağdaştırmak
Yağmurun ve sararmış örtülerle asfaltın
Kül rengi bulutların
Matlaştırdığı bütün duyguların
Hüzün olduğunu, rüzgarda sığınacak bir koltukaltı
Onun kokusunun yaz ile kış arasında sıkışan kesifliği
Ve bir de intihar öncesi ve intihar sırası şarkı listesi.

Sonbahar ölümle gelir
Her gelen bir şey götürür derler ya
Demesinler.

Bir şeyler koparmak üzere gitmek nasıl birilerine?
İlişkilere göz ucuyla bakmak ve kirpiklerle gıdıklamak.
Geçimsiz ailenin son çocuğu olmak
Yiyemeyeceğini bile bile yemeğini protesto için odasına almak
Filmin -son- yazan kısmında durdurup uzun uzun ekrana bakmak
Yediğin çanağa boşalmak.

Ben senbesene gideceğim bu şehirden.
Evden gidersem nefret, hayattan gidersem üzüntü bırakacağım geride.
Sanırım. Sandığım kadar olmayacak hiç bir şey zira.
Kendimi avutacak cümleler aramıyorum ve geride bırakmıyorum hiç bir keşke.
Sonbahar, deformeleştirdiği kalıbında çerçeveleyemez beni.
Ben bir yaz kavurucusunda üzerimde kömür karalığında bir entarinin eteklerini
Avuçlarıma sıkıştırdığım zaman
Anne olmamışlığın, dişiliğin etekte eğreti duruşunun resmini çizmiş, boyası yetmemiş, akmış geçmişin.

Yatıştırdığın anda al geri yine kabaran buhranları bahane edip
Esrikliğe vurulmuş öfkelerle, hiddetlerle sakinleşme arası bir çizgide
Nefesini düzene soktuğunu düşündüğün, birden başlayıp kaça kadar sayman gerektiğini düşünürken telaşa verdiğin, telaşla verdiğin hediyeler nefsine.

Benim gibi bir yerlerde bir şekilde mücadele vererek hayatla çekişme içindeki
Hiç tanımadığım, tanışma zamanında orada olmayacağım her neredeki erkeğim.
Sakın gelme.

21 Temmuz 2009 Salı

Spazm

Çılgınca boşaltılmış bir şehrin sessiz tüm sokak damarlarından gürültüyle akan fısıltıları dinlersin sen yine. Kedi yavrularının annelerinin ciğerinin çıktığı asfaltta mundar nedir diye sesszice öğrendikleri gibi. İki kolunu yanlara açarak raylarda yürümek kadar kolay değil ağlamak. Cinnet geçirircesine ağlayan bir bebeğe bak. Beni kucağından at.

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Veda.

Gözlerim yanıyor Narziss! Nasıl da yakıcı bir tatmış gidişin. Tatmadığım ne kaldı diye merak ederken senin şehiraşırı adımlarına arkandan baktığımda sorumun cevabı yüzüme yüzüme savruldu havanın bozduğu sıralar, bu akşamüstü. Bulutlar, peşisıra titreyen gölgeni saklama çabasıyla güneşin önünde bir bend oluşturdular. Oysa hep ben giderdim bir yerlere ve dönüp yine gözyaşımla suladığım yer senin dizin olurdu. Diz kapakların kuruyken buna dayanabilir misin Narziss? Kanatıp oraları o ıslaklıkla avutacak mısın kendini? İlk defa ağlamama karşı çıkıyorsun bugün. İzin ver birlikte bağırdığımız şu denize karşı o şarkıyı bir kez daha söyleyelim.

Ve Hermann. Sana şunu söyleyeceğim ki:

ZAMANLAMAN HARİKAYDI!

12 Temmuz 2009 Pazar

Kız Çocuğu


Yaşamasına son anda karar verilen bir kız o. Kıvırcık sarı saçları bir tarağın açmaya cesaret edemeyeceği türden. Rahme, bir sarhoşun hislerinden gayet eminken fakat ürkekçe bırakılmış ve bir embriyorken heyet toplantısında doğurup doğurmayacağını sordular annesine. Röntgen ışınlarına maruz kalmış, bir de annesinin sendromlarını omuzlarına alıp bekledi uğultulu suyun içinde. Sakat doğacak endişesiyle aldırmaya karar verdi anne. 4 aylık olmuş bebek. Farkında değil. Kendi vücudunun, kendi kanamasının, içnin ve de dışının farkına varamayacak kadar da dipte. Kürtaj masasını uzaktan görmeye ihtiyacı yoktu vazgeçmek için. Sakat ya da sağlam dünyaya gelecek diye söyledi sonra anne. Sarhoş bunu duyduğunda git nasıl becerdiysen öyle çıkar piçini içinden diye bağırdı. Cinsiyetini bile merak etmeksizin özürlü doğacağına inandığı bebeğiyle ilgili hayal kurabiliyordu anne herşeye rağmen. Yürüyemeyecekse tekerlekli sandalyeyle onu her gün gezmeye çıkaracak, körse ona göz olacak, zihinsel engelliyse, her ne ise kendi vücudunun nasibini alamadığı şeyler için ona bağışta bulunacaktı. Korunmaya meydan okuyup rahme düşmekle zaten bir asiliği beraberinde getiren bebek yaşamasına karar verildiği için doğdu sonunda. Yarım saat içinde bütün testlerden geçti doğduktan sonra. Hamileliğinde tüm test ve müdehaleleri reddetmişti anne anlam verilemeyecek şekilde. Hiçbir yerinde hiçbir kusur yok. Ne beyninde ne de vücunda, kulak memesindeki ufak yarıktan başka. Özel bir davette içeri alınmayan, fakat sonra bir yanlışlık oldu girebilirsiniz denmiş gibi kendisine, buruk ve alıngan bakışlı bir bebeklik geçirdi. Onun yüzüne bakanın gözlerinin dolmaması imkansız bir şeydi. 4 yaşına geldiğinde konuşmaları herşeyden öylesine haberdarmışçasına çıkıyordu dudaklarından ve öylesine radikaldi ki annesinin parfüm şişesini kırıp ellerini keserken. Koş ellerini yıkayalım diye telaşlanan dadısına "acımıyor, peçete ver bana silerim" diyerek ona acınmasına müsade etmedi. Dağınık ve elektrikli saçlarıyla minyatür bir hippi gibi sokaklara çıkıp, evcilik oynayanların davetine burun kıvırıp, abisinin kamyonunu ve askerlerini alıp, bahçedeki üç tekerlekli bisikletten düşmeyi eşi bulunmaz bir eğlence olarak görüyor. Bir karar sayesinde nefes alıyorsa bundan sonraki kararlarda kimsenin karışmaması gerektiğini söylüyor. Zira onurunu da muhafaza ediyor tüm engellere rağmen rahme düşebildim diyerek. Sizi bir daha karar vermek üzere görmek istemiyorum. Şayet bir gün benim bacak aramdan çıkacak canlıya dünyanın bucaklarını ölçerken yardım edeceğim diyor.

7 Temmuz 2009 Salı

Sevgi Kanaması

Bir anlık öpücüğü sana verdiğimde, bunu benim içimdeki yaralardan birini tutarak yapacağım. Öpmek sızlatır beni. O duygu, titretir. Ve dans ederken ya kanatların olmazsa ortalıkta? Ağırlığıma ikimiz de dayanamayacağız. Bana bir şarkı mırıldan ve yüzünü omzuma göm. Anlatacaklarını boğuk bir sesle duymak istiyorum bu karanlıkta. Işıksızlık eşliğinde sineklere özgür bir sofra hazırlayalım. Rüzgar en çok sana sarıldığımda geçebilir içimizden. Düşerken canım acıyacaksa da umursamayacağım. Nefes çekmek, kokuyu zihine, içe ve bedene kazımak. Oldukça tehlikeli bir şey bu. Beklenmedik bir hızla fışkıran terle üşüyecek vücutlar önce sendeleyecek bakışlar. Tuzlu bir tat kalacak dudaklarında, kırmızıya çalınmış dudaklarıma baktıktan sonra göreceksin yaralarını. Kabuk bağlamaya başlarken soğurduğum birkaç damla tırnak aralarımda kalan kırmızıdan daha farklı olacak. Bir süre nefesim nefesinle kavrulacak, soluyacağım sözlerin içime akacak. Kısa bir süre dudaklarına değemeden dudaklarım kendimden geçiyorum. Dilime hücumlanan tatlarla birlikte yoğunlaşan hazların sızılarla örüştüğü yerde senin boğuk bir sesinde titreyecek avuçlarım. Ellerimi avuçlarıma bastırdığımda kanıma karşımalısın. Nefesimi hissettiğin her yaran yumuşak ve hoşnut bir ıslaklıkla kaynayacak. Bazen şükredecek bazen lanet edeceksin bu duyguya. İçine çektiğin nefesi pişmanlık duyarcasına ya da bir toprak kokusu gibi kana kana, o toprağa girmek için ölmeyi göze alabilecek kadar ya da canlı canlı içinde boğuşacak kadar ölü ya da diriliğine bakmadan bir ruhun.


4 Temmuz 2009 Cumartesi

Film Gibi

"İnsanın zihninde sesler ve görüntüler kalır hep. Sen, o sana acı veren görüntü ve sesleri bozulan bir televizyon yayını gibi kuma çevir ekranında. Ardından güzel günlerindeki görüntü ve sesleri yapıştır üzerine. Slow-motion derler ya, o atmosferde izle her şeyi. Keyfini çıkar."

Dedi psikanalist.

Peki ya koku?

Tek tek öldürdüğüm imaj ve replikleri bir kokuyla şoklayıp hayata döndüren. Can çekişen bir senaryonun yönetmenliği pek ağır. Kendini bilmez figüranlar doğaçlama dalınca rollere hep ben dublör oldum. Kuliste beni bekleyen bir ambulans bile yoktu hiç. Kokuları ben soluyup yaralarımı kendi ellerimle ondum.

30 Haziran 2009 Salı

Dayım'a

Hiç içimden gelmiyor açmak gözlerimi, ve perdeleri aralamak. Odaya ışık girecek elbette ki ama ardından yine karanlık gelecek... Tıpkı önce gülmekten gözleri yaşaran birinin ne için ağlayacağını merak etmesi gibi... Güneşi gören gözlerin merakla ve ışıldayarak bakmasının ardından karanlığın bünyesinde hüzünle dolması gibi.

Ellerimin, o salıncakta sallanırken bana aldığın aburcubur yağıyla kayıp kafa üstü yere düşmek gibi.. 7. kattan aşağıya giderken ve "Hadi bana müsade güzelim.. " demeyişin. Belki de bu düşüş 7. kattan aşağıya olmalıydı tam yanına isabet edecek şekilde, kafaüstü...

Sana bakarken güneşe bakar gibi merakla ve sevgiyle bakardım. Korkardım ya karanlık gelecek bir gün diye elimden tutardın, cesaret gelirdi ve güven duyardım. 7. kattan aşağıya baktığımda çok karanlıktı ve sen gittin. Arabanın arkasındaydın öylece elimi tutamadığın için karanlıktı hayat, karanlıktı çehren.

Trafik lambaları da ayarlanmış gibi kırmızı durdu bir süre. Sadece sana ve bana ayarlanmış gibi "korkma" dedin o kısacık sürede.. "Korkma, dinleneceğiz... "
Ve gittin işte güneşe doğru... Aydınlığa bakıp ışıldar bazen gözlerim; sonrasında beklenen karanlık gelir ve dolar yeniden o gözler duvardaki fotoğrafına bakarak sayıklarım içimden:

"Dinleneceğiz... Dinleneceğiz... "


Vanya Dayı - Anton Cehov

SONYA - Ne yapabiliriz? Yaşamak gerek! Yaşayacağız Vanya Dayı. Çok uzun günler, boğucu akşamlar geçireceğiz. Alınyazımızın bütün sınavlarına sabırla katlanacağız. Bugün de, yaşlılığımızda da, dinlenmek bilmeden, başkaları için çalışıp didineceğiz. Ecel saati gelip çatınca da uysalca öleceğiz ve orada, mezarın ötesinde, çok acı çektik, gözyaşı döktük, çok acı şeyler yaşadık diyeceğiz... Ve Tanrı acıyacak bize ve biz seninle, canım dayıcığım, parlak, güzel, sevimli bir hayata kavuşacağız ve buradaki mutsuzluklarımıza sevecenlikle, hoşgörüyle gülümseyeceğiz ve dinleneceğiz... İnanıyorum buna dayıcığım, bütün kalbimle, tutkuyla inanıyorum... (Voynitski'nin önünde diz çöker ve başını onun avuçlarına koyar. Yorgun bir sesle tekrar eder.) Dinleneceğiz! Dinleneceğiz! Melekleri dinleyeceğiz, elmaslar gibi yıldızlarla kaplı gökleri göreceğiz. Dünyanın tüm kötülüklerinin, tüm acılarımızın, dünyayı baştan başa kaplayacak olan merhametin önünde silinip gittiğini göreceğiz ve hayatımız bir okşayış gibi dingin, yumuşak, tatlı olacak. İnanıyorum, inanıyorum buna. (Dayısının gözyaşlarını mendiliyle kurular.) Zavallı, zavallı Vanya Dayı, ağlıyorsun... (Gözyaşları arasından) Hayatında mutluluğu tadamadın, ama bekle Vanya Dayı, bekle... Dinleneceğiz.... (Kucaklar onu.) Dinleneceğiz! Dinleneceğiz!

12 Haziran 2009 Cuma

Perdeler

Hemen şimdi! Arkamı dönup kaçmak geldi içimden bu kağıt ve kalemden. Elime dolanmışlardı artık. Çok geçti sıyrılmak için.


İçimde, karnımın bir köşesinde sancımtrak bir kıpırtı var.
Anlam veremiyorum.
Daha önce buna benzer bir şey yaşamış mıydım?
Hatırlamıyorum.
Hafızamı biraz sonra yüzeyde eriyip dibe doğru spiral bir şekilde yol alacak bir kağıda benzettim şu an.
Üzerinde iki satır var; yazdıktan sonra okumayı ihmal ettiğim.
İhmal ettiğim herşeyimi rüzgarın alıp denize savurduğu sahnelerden biri gibi.
Ve şimdi perdeler kapanıyor alkışlar eşliğinde.
Tek bir seyircinin tutuk alkışları.

8 Haziran 2009 Pazartesi

Bir Yazı

İpi sımsıkı doladığım ayak bileğimden sesleniyorum. Kangren olacak birazdan beyinleriniz. Ah şu beyinleriniz... Midelerinizdekilerle doyabilselerdi keşke.
Günlüklerim yazılamasın diye güneşi gizleyebildiniz mi? Ne o? Balçık yetiştiremiyor musunuz son kullanıcılarınıza, boktan fabrikalarınızda?
Ayşegül'ü gören var mı, nerede şimdi? Hani vardı ya okulda, piknikte, fuhuşta. Bir de Ayşegül'ün bacaklarını dikizleyen ama aslen tat tat bakıp gülümseyen. Onun adını hatırlayamadım bak.

- Top Ali olmasın?
+Eşcinsellere saldırmaktan ne zaman vazgeçeceksin?

Nereden geliyor bu değirmenin suyu? Tarladaki kızçocuğundan elbette.
Bir de sofrana geliyor sonra ekmek. Buğday tarlasında karşılaştığı tecavüzcüsüyle hayat kuracağını nereden bilebilirdi ki.

Ye biraz sen de. Yedikçe ye. Her verenden ye bir de sindir. Oh ne iyi. Bence sonun reflü ve diyabettir.

Ayaklarım karıncalaştı mı ne. Kalkıp anlatmak istemedim şu an suratını. Gözlük var kocaman; amcamın kısrağınkisinin aynısı. Bir de iki ağız, bir kulak var yarı sağır. Amaçlarından sapmış.

4 Haziran 2009 Perşembe

Ne Üşümek Vardı Hesapta, Ne De Düşmek



Paketteki son sigaraya merhaba! Birazdan vedalaşacağım onunla da nasılsa..
Birden penceremin karşısındaki sokak lambası aldı gözlerimi. Sanki şehrin tüm elektrik enerjisi bu lambadaydı, öyle parlıyordu. Ön tarafında kalan yaprakalar rüzgardan sallanırken ışığına ket vurmaya çalışıyor gibiydiler; acizlikten bir süre sonra duruluyor sonra yine celalleniyorlardı.

Yatağımda doğruldum ve bir süre izledim gözlerimi kısarak sokak lambasını. Sonra aklına parlak bir fikir gelir ya insanın, o şekilde kıpırdandım ve elimi uzatmak üzere pencereyi açtım. Ya da evet, karşı kaldırımda olmasına rağmen ben bu hevesle dokunabilirdim o ışığa diye geçirdim içimden. Ne üşümek vardı hesapta ne de düşmek..

Pencereyi açmamla birlikte o hunhâr soğuk yüzümü yalayıverdi. Tıpkı ıslak suratını buzdolabına sokmak gibiydi bu. Katlanabilirdim, ölmeyeceğim ya. Bir hamle daha yaparak uzanmaya çalıştım sokak lambasına. Sarı sarı gece güneşi gibiydi işte, zorlaştıkça daha da heves sarıyordu beni; dokunacağım az kaldı!

Ah..Tabi ya.. Görmüyordum önümdeki parmaklıkları. Yüzüme vuran soğuktan bin kat soğuk, bin kat sert parmaklıklar çarptı göğsüme. Sonra kursağımda kalmış heves boğdu beni. Oysa ne ne üşümek umrumdaydı ne de düşmek..

Tüm tehlikelere rağmen elimi uzattığım ışığı izlemekle yetindim ve son nefesi de çekiyordum artık sigaramdan. Pencereyi kapattım ve yorganı çektim kafama. Sımsıkı kapattım gözlerimi, ağlamadım hiç, düşebilirdim o parmaklıklar olmasaydı evet. Ama o gecenin soğuğunun hastalığı kaldı bende. Bir de o sarı ışık, ukde.

Ayça'ya


Duyulan sesler haberi veriyor şimdi. Kurtların ulumasından anlaşılıyor dolunay'ın kıyafetini çıkardığı. Sanki çok güzel bir kadının meşk öncesi hazırlanışına hayranlık naralarıydı kurtların uluması. Bulutlar yavaş yavaş sıyrılırken omuzlarından parlıyordu eteklerinin uçları. Rüzgar da hafiften ıslık çalarken balkonun trabzanlarına iki eliyle tutunarak gözlerini kapadı o an, derin bir nefes aldıktan sonra masmavi gözlerini açıp baktı dolunaya. Dolunay da memnundu ki bu duruma yansıttığı ışık sadece ve sadece Onun gözlerinde parladı. Adından da belliydi ki o dolunay'ın bir parçasıydı.

Onun gözlerinde dolunay fotoğraf karesine sığmayacak kadar devasaydı. Öyle ki, alabildiğine yakın ve parlaktı. Hayallerini anlattı AYparÇAsı ve dolunay aksetti ışığını. Umutla sola eğdi başını ve gülümseyerek aldığı nefesini geri verdi. Ve sevincin getirdiği gözyaşı, yüzüklü işaret parmağına damladı.

Kurtlar bu sefer kıskançlık dolu bir tonla ulumaya başladı. Bir nefes alış-veriş süresine sığdırabiliyordu çünkü O ve dolunay diyaloglarını. Sözü geçen tüm bu şeyler bir nefes alış-veriş sırasında fotoğraf kareleri şeklinde yerleşti gökyüzüne, ve bir dilek tuttu o karelerden biri kayıp düşerken yeryüzüne. Dolunay anlattı gerçekleşeceğini mavi gözlerine ve o bir damla yaş nazlanarak damladı. Kurtlar pes edip eğdiler başlarını; sanki taş kalpli bir cellata kurban gideceklermiş gibi.

Ay üzerine çekerken hırkasını havada asılı kaldı son bir bakış . Derindi O ve parlaktı dolunay. Derin ve parlak bakışlar rüzgarın kalbinde sarmaş dolaş oldular. Ve uykunun kollarında rüyaların eşsiz köşklerine yer ayırtıldı. Köşkler de öyle böyle değil; merdivenleri bulutlar arasında, kapısı da dolunay kadardı -aslında dolunaydı-. Duvarları ve tavanları umutlarındaki bulanıklığın netleşmiş kıvamıyla kaplıydı.

Mavi gözler gündüz açıldığında o köşklerin en güzelinin tavanına bakmaktaydı...

1 Haziran 2009 Pazartesi

Bir Şeyler Kalmış Olmalı

Hava yeni karardığı zaman.
Tırnaklarımın içinde hücrelerin var.
İçimden kazıyarak attım seni.
İçim acıdı.
Kokun hala tırnak aralarımdaydı.
Beynimdeki konuşmalarımızdan oluşan dizelerden kurtuluşun
bir yolu olmalı.
Biraz sonra binip gideceğin otobüse seni uğurladıktan sonra
boynumu lastiğin önüne koyacağım.
Kopuversin kafatasım.
İçimde ayrı, beynimde ayrı bitmek zorunda kalmazsın o zaman.
Hafif bir sarsılırsın yolcu koltuğunda.
"Tekerleğin altında bir şeyler kalmış olmalı.." diye söylenerek.
Sonra o saatler sürecek yolculukta,
düş yansımalı camda kendi donuk gözlerine bakıp
"Bir şeyler kalmış olmalı..." diye tekrar ederken o cümleyi
şehirlerce uzakta,
defalarca hatta,
içine akıtmalısın gözyaşlarını.

Terminalde bıraktığın gibi hâlâ,
kavuşurken ağlayıp vedalaşırken gülümsemiş bir suret,
ayrıldıktan sonra sevişmiş bir beden,
koptuktan sonra bağımlılaşan bir ruh gibi

-- Bir şeyler kalmış olmalı.--

(tekerleğin altında)

27 Mayıs 2009 Çarşamba

Yol Üstü

Henüz tadına varıyorken terk ettiğim mutluluklar yine bi dünya oldu. Bip! Mesaj geldi ama bakmayacağım şimdi. Devam..
Az önce, daha bir aydır tanıdığım çok tatlı bir dostumla vedalaştım. Uzun süre görüşemeyecek gibiyiz. Tekrar görüşebileceğim biri ama her veda bana bu hissi veriyor. Hüzün yine damarlarımda faaliyete geçip boğazıma o bilindik düğümü hatırlatmadan geçmiyor. Yaya geçidinden geçiyorum. Hem de yeşil ışıkta. "Ne zamandır kurallara uyuyorsun kız sen?" diye sormadan edemedim kendime şimdi.
Arada bir kafamı kaldırıp karşıma baksam iyi olacak. Bu yol biraz tehlikeli çünkü. Olmadık yerde, kendinde olmadığında mesela, ufak çocuklar o geçtiğinde parmaklarıyla gösterip "Hey şuna bakın! " diyebiliyor. Ve sen dönüp baktığında gözlerini kaçırıp hızla uzaklaşmak için önündeki her şeyi ezip geçebiliyorsun.
Karşımda mahallenin delisi belirdi. Bildiğin deli. Aklını ve kalbini iki dakikalığına ödünç alanların dolandırdığı. Karşılaşacağımdan korktuğum şey için başımı kaldırdığımda karşılaştığım bir başka hikaye silsilesi.
Serinletmese de eser böyle bazen. Cayır cayırken sağ elinin içi ve belinin sol tarafı, üfler geçer uzaktan uzağa. Yürürken yazmamıştım hiç. Ama yürüken çok konuşuyorum galiba. Neyse apartmana geldim şimdi, bitsin burada.

21 Nisan 2009 Salı

YirmibirNisan

Dokunsalar ağlarım. Senin doğumgünün bugün ama yanında değilim. İkinci oluyor bu telefondan kutlayacağım doğum gününü. Dün ayrıldık ama çok özledim. Canımsın, hayatımsın en sevdiğim insansın diye saymaya başlamayacağım. Bütün iyi şeyler sensin. Şu anda tek bildiğim senden uzak kalınca sana normalden daha fazla ihtiyaç duymaya başladım. Bir de doğum gününde yanında değilim. İyice kırılganlaştım.
Sevdiğin çilekli pastadan yapsam, sen gelene kadar bozulacak ki o. Yok yok, böyle olmaz bu. Yarın ilk otobüsle geliyorum yanına. Seni çok seviyorum anne. Annem. Benim annem. İyi ki doğdun, süper bir şey bu. Tanrım, teşekkürler!

6 Nisan 2009 Pazartesi

Dünyanın her hali burda, dağınık odamda

Yağmurlar yağmış yine bu sabah. Toprak nasıl mis kokmuş. Serçeler ıslanmış kuytularda, tatlı bi serinlik var içime çektiğim havada. Bugün bisiklet sürmeyi planlıyordum ama üşendim nedense. Sınav sonrası stres atmanın en sıkı yollarından biri odanın şeklini şemalini değiştirmek, temizlemek filandır benim için. Bir de etkileyicidir bu yöntem. Bir yerlere sıkıştırıp sakladığın şeyler çıkar ortaya. Eski kıyafetler, eski fotoğraflar, eski notlar...

Kapağını açtığım kutunun birinde küller vardı. Önce afalladım bu ne diye.. Sonra hoop o ateşi yaktığım güne gittim. Daha doğrusu ilk etapta yakamadığım ateşe...

Bir gece yine böyle sigaralarla bunalım şarkılarla kendime işkence ediyorken fotoğraflarını alıp elime, bir yandan zırlıyordum bir yandan da kibriti yakmak için kutunun içinden çöp çekiyordum. Çektiğim çöp yanık çıkmıştı.. (Hani senle bir sınav günü senin arabanda sigaramı kibritle yakıp çöpü tekrar kutunun içine atmıştın. Ben de "Babam da senin gibi içine atıyor sonra yanmamışını bulana kadar deliriyorum!" demiştim.) Bu durum karşısında öyle kala kalmışken sen aramıştın. Nasıl da titremiştim tepeden tırnağa... O gün yakamamıştım fotoğraflarını...

Sonra nasıl olmuşsa yakmışım ben o fotoğrafları, küller de kalmış öyle içinde. Götürüp sokağa fırlattım kutuyu, küller savruldu havada. Aynı senin gibi; aynı geçmişim(iz) gibi.

Bir defter çıktı sonra karşıma kutulardan birinde. İlkokul'da hemen herkesin hatıra defteri vardı. Ben sadece okul arkadaşlarıma değil aileme de hatıra yazdırmıştım. Ve 2003'te rahmetli olan dayımın yazısını okuyup gözyaşlarına boğuldum. Aynen şöyle yazıyordu:

"Canım yeğenim Semra,
Bu hatıra defterini açıp okuduğunda senin çok neşeli, çalışkan bir kişi olduğunu biliyor olacağım. Hayatın boyunca bu çizgiyi sürdürmeni; yılmayan, araştırmacı, mücadeleci ve bu mücadeleyi sürdürürken kırıcı olmayıp herkesin düşüncesine saygılı ve değerlendirici olmanı diliyorum. Başarılar diliyorum. Seni çok seviyorum. Dayın, Mehmet." (sene 1994)

Hayatta olmayan ve iyi temennileriyle ufacık bir notla (manevi değeri de bir o kadar büyük) da olsa hep yanımda hissedebileceğim bir insan. Bebekken dayıma baba dermişim ben. Yetim hissediyorum kendimi..

Çalışkanlık ve yılmamak konusunda belki haklısın dayıcım ama neşeli olmak konusunda çok dengesizim. Bir öyleyim bir böyle. Keşke hayatta olsaydın. Sana anlatmam gereken çok şey var. Biriktiriyorum onları ama unutmaktan korkuyorum. Uyumam lazım. Rüyamda gelirsin belki yine, bana aldığın eti pufla, iş dönüşü kucağını açarsın zıplamam için kollarına.

Dedim ya odasını değiştirmeli bazen insan. Terk edenlere veya terk edilenlere rastlayıp geçmişi bir yâd etme ritüelidir bu aynı zamanda. Bir iç hesaplaşma bir gözden geçirmedir ki "iyi ki" ve "keşke"lerin birbirlerine selam çaktığı anın kısa metrajlı filmidir.

Yeni düzenime alışmamalıyım. Beni bekleyecek olan başka geçmişler birikecek çekmecelerimde ve yatak altında bir yerlerde.

12 Mart 2009 Perşembe

Merhaba Yeniden

Merhaba yeniden…
Merhaba yalnızlığım… Geceler senin en vefalı aşkın.. Kucağında ağladığın, yastığını ıslattığın, bunalımlarının dibine vurduğun geceyarıları…
En dugusuzunu da en aşığını da şikayet ettiğin gecenin koynundasın yine yalnızlığım..
Ha bir de kederle içine çekip bezginlikle üflediğin sigaranın dumanı sarar başını..
O an cennetindir içinde bulunduğun cehennemin..
Sen acıyı sevdin zaten hep.. O da sana aşık ne zamandır körkütük.. Yalnızlığım.. Merhaba yeniden…

Geceye de ihanet etmedim mi sanki.. Uyku haplarıyla defalarca atmadım mı uykunun koynuna kendimi.. Midem yandı defalarca belki lanet ilaçlar belki de çıkmazlarla dolu aşklar yüzünden..
Ama yine de kaptırdım kendimi uslanmamış bir çocuk gibi aynı oyunlara…
Yine ben mızıkçı oldum yine ben atıldım oyundan..

Aşktan korkmak değil.. Sadece uzaklaşmak benimkisi.. Her defasında “Akıllandım ben!
Aynı hatayı tekrar yapmayacağım!” zırvalarını da geçtim.. Hislerimi yitirdim.. Bitti!!!

Ve yalnızlığımla ben yine en vefalı yerde, gecedeyiz… Herkesin köşesine çekildiği bir anda sevişmekteyiz acılarla..

28 Ocak 2009 Çarşamba

Ambar

Zihin köklerimde biriken kavgaların karası bulaşık ellerime. Açıp açacağım her yeni sayfaya bulaşıyor her seferinde, nasıl da pis. Karşımdakinin halini kendimden bilirim. Sesimi çıkaramıyorum. Umudun kapısını çalmak bir tarafa tok sesler geliyor kapının ardından her vuruşumda. Belli ki duvarlar yükselmiş arkasında, tımar edilmemiş yaban otlarıyla örtülmüş anahtar deliği. Sakini olduğum yorgun sokakta aceleci adımlar sıralanıyor art arda. Sokağın sonunda ödenmemiş bedellerin yığılı olduğu bir ambar duruyor. Herkes bu çevik adımlarla oraya varıyor. Ambarın girişinde önce birkaç sevgili kellesi çarpar ayağına insanın. Birkaç adım sonra onlarca ahın ruhuna getirdiği irkilmeye hazırlamalısın kendini. Kulak dolusu uğultular eşliğinde az ileride yığılı duran "mutsuz son" lu hikayelerin anlatıldığı kitaplarla dolu koca bir kütüphane göreceksin. İçerisi hiç ama hiç hoş kokmaz önce, yine de iyice içine çek kokuyu; gör bak senin de gözlerinden yaşlar gelecek.
Ambarın bir köşesinde bir tabure üzerinde kerpeten arkadaş oturur hiç ayrılmaz oradan.
Zalimlerin derilerini tırmalarken tırnak aralarında biriken intikamları tırnaklarınla birlikte ayıracaktır ellerinden. Kerpeten arkadaş fiziksel acının ruhsal acıyı dindiremese bile hafifleteceğini savunur hep. Onun da diğerleri gibi, giriştekiler gibi, kesile kesile bir tek kafası kalacak geriye. Ama her şeye rağmen o bile kafasının içindekileri atamadı hala. Beynindeki hiç bir şeyi hem de. Kim bilir, belki ilk önce kendi kafasını uçurması gerekirdi.
Ve hiç kimse buradan daha iyi bir vücut ve daha iyi bir ruh haliyle ayrılamadı. Ambara giren her vücut ruh bulamazdı ,zor işti. Ambardan her çıkan ruh da hiçbir vücudu hak edemedi.

27 Ocak 2009 Salı

Yalan

Ben bir yalan söyledim. Büyük ya da küçük. Az önce iki kişi karşısında bir yalan uydurdum. Hem de kendi menfaatime. Kimseyi zarara ya da zora sokmayacağımı bildiğim için teselli ettim kendimi. Mutlu olacağım bir şeye neden tepki gösterilsin ki? Ama işte sakladım. Bir yalan huzursuzluğuyla bozdum neşemi. Geri dönemedim bu yaladan. Hani bir çamur lekesi gibi yapıştırdım zihnimin ve kalbimin beyaz perdelerine. Nefesimi tuttum gözlerime baktıklarında. Ben nasıl bir yalanı bu kadar becerikli bir şekilde söyleyebiliyorum? Kendimden tiksindim. Yalan söylemek ne bedbin bir duyguymuş. Ufak tefek yalanlar söylediğimde nasıl atlatıp rahat kalabilmişim... Geceleri nasıl uyuyabilmişim şimdiye kadar... Şimdi bu yalanın kimseye zararı olmasa bile sadece bana artısı olacak diye icra edilmiş olması ne kadar iğrenç.

Bir şeyi olduğundan farklı göstermek, gerçeği gizlemek, sahte konuşmak, güven sömürmek, şimdiye kadar doğruluğu ve dürüstlüğü bana rota olarak çizmiş aileme ihanet... Ben bir yalan söylerken bunların hepsini de yapmış oldum. Bu ne şimdi günah mı çıkarıyorum? Kimseye söylemedim. Herkese anlatıyorum.

Ben bu değilim. Nasıl da acımasızım. Sadece kendi iyiliğimi düşünen bir bencil mi oldum? Bununla ne kadar yaşayabilirim? Bir çocuğun yıllarca beraber yaşadığı ailesinin kendi anne babasından oluşmadığı, yahut bir kadının başka birisinden doğurduğu çocuğu yıllarca eşine senin çocuğun diye yutturması... Nasıl yıllarca bu yalanla yaşayabiliyorlar? Ben ilk yarım saatte çıkmaz bir sokakta hissettim kendimi. Kayboldum.


Sana onca ihanet eden kişilere küfrettin bunca zaman;

Küfredeceğin insanların arasında yerini almış oldun.

Kendine, sen de ihanet ettin.

İşte trajedin bu senin.

23 Ocak 2009 Cuma

Siyah

Siyah hastalığı...
Siyah oje, giysi, aksesuar vs.'den sonra gıda maddelerinde de aşırı dozda siyah alıyorum. Rio black, alpella dark, chewydent simsiyah, nescafe sütsüz, efendime söyleyeyim tesadüf mü denir artık siyah psikopatlığındanmı gelir bilemedim şu anda Jean -Christtophe Grangé'in hangi romanını okuyorum bil bakalım? Siyah Kan!
Siyah'ı hep sevdim ve hala seviyorum evet. Sıkılmadım da siyah bir hayatım olduğu için. Bana Hediye alacak biri mutlaka siyahını tercih ediyor alırken. Düşünsene annem bile çiğdem verecek bana mesela, benim için ayrıyetten bir poşet siyah çiğdem almış oluyor ve ondan veriyor. Artık diye başlamak istemiyorum sözlerime ama arada bir kırmızı ve mor tonlarda takılmaya meylediyorum. Siyaha asla ihanet etmiyorum ama sanırım "siyah renk değildir" savını benimsemiş zihniyetlere de bu rengi bünyesine alanların kolay kolay bundan geçemeceğini hatta niyet bile etmeyeceğini belirtebilirim a dostlar.
Bayan Siyah.

8 Ocak 2009 Perşembe

Toplu İğne

Seni aklıma her getirişimde mideme toplu iğneler saplıyorum. Kontrolsüz bir biçimde her seferinde bunu tekrarlıyorum. Olsun, bu acıyı seviyorum. Seni seviyorum, damağıma depoladığın acı tadını, yüreğime aşıladığın sızını, bir de iğneleri seviyorum çok. Hepsi sensin, senin yadigarın. Yalnız kaldığım zaman anılarımızın saçlarından kavrayıp bağrımda ısıtıyorum yüzünü. Denizin serkeş çığlıklarından dinliyorum sesini ve ağıtlarımı bir şişede biriktiriyorum. Kelimesiz, cümlesiz ve sessiz. Kesif bir şarap kokusunu andırıyor ağıtlarım şişede ve içmeden sarhoş edecek cinsten bir koku bu. Aynı şehirde alamadığımız nefesin bensizken bu kokuyla boca olmalı ki yabancı bir kokuda ruhundan eksilmemeli anılarımız. Karanlıkta yazıyorum bu görünmez sözcükleri ve damla damla biriktiriyorum şişenin içine. Bir ışık var yukarıda mum ışığı gibi. Ama görmüyorum hiç bir şey. Hem mum dibine ışık vermez ki. Hissediyorum ellerimin ıslaklığından şişede yer kalmadığını. Oysa daha yarısını bile dökmedim içine ağıtlarımın. Bir hıçkırık zamanıyla eşdeğer bir hamlede kapatıyorum ağzını. İskeleye yapıştırdığım yüzümden süzülen damlacıklarla kabarırken deniz, fırlatmama gerek kalmadan aldı elimden şişeyi ve çekti hoyratça. Gözümün hizasında uzattığım elimi yavaşça geri çektim ve yüzümün altına yerleştirdim. Lanetli şişmiş cesetlere hizmet ettim gözlerimle. Bir batıp bir çıkan su yüzüne. Buradan ruh teslim etmek moda olmuş sanki tanıdık ve tanımadık tüm yüzlerin ölü gözleri üzerimde. “Hadi ne duruyorsun katıl bize!”
Canhıraş bir ağlama sesi geliyor uzaklardan ve ben ilk defa bu kadar duyarsızım sessizlik içinde geçen aylara rağmen. Bir toplu iğne daha ekleyerek iyice bastırıyorum midemi zemine. Ölülerin delici bakışları ve uzaklardan bir yerlerden gelen acılı ağlayışların arasında bir yerde işkence ediyorum kendime. Seçim yok, tercih yok. Işık yok. Koku yok. Korku yok. Şişe de yok artık elimde. Midemi delik deşik eden iğneler sayesinde kustuğum o şarap var yerlerde. Anılarımızı, seni, acını, sızını… Hepsini dağıttım iskelenin yüzeyine. Hepsini okşadım parmak uçlarımla, kokladım. Yine aklıma düştün, ağladım.

Fotoğraf: http://abuseofreason.deviantart.com/art/Night-s-Sorrow-65403882